10 Kasım 193∞

Bugün 10 Kasım…

Olmayasıca gün. 

Görmeden, aynı yıllarda bile yaşamadan sevdiğim insanı, yine ben yokken alıp götüren tarih.

Evet Mustafa Kemal Atatürk'ü görmedim, tanışmadım ama önce fikirlerini anlamak ve benimsemek öğretildi bana. Fikirlerini, devrimlerini anlayınca Onu tanımaya başladım. Sonra ülkemiz için yaptıkları, o eşsiz zekası, liderlik dehası beni hayran bıraktı kendine. Hayran kaldığım sıralar 8-9 yaşlarındaydım. O küçük aklımla bile anlıyordum Atatürk'ün büyük biri olduğunu. Önemini biliyordum.

En ön sırada oturur, saatlerce kara tahtanın üstündeki portresine bakardım. Öğrendiklerim hayranlığa yol açmıştı ve mavi gözlerini izlemeye doyamıyordum.

Büyüdükçe, kadın olduğumu ve eğer Atatürk olmasaydı toplumda nasıl bir noktada olabileceğimi ve o yerin iyi bir yer olmayacağını anladığımda ise minnet duydum.

Bu ülkeye hayal bile edemeyeceği bir yolun olduğunu, aydınlığı gösterdi. Zor oldu ama yılmadı. Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu. Devrimler yaptı. Bize bilginin, eğitimin vazgeçilmez olduğunu aşıladı. Ve biz okudukça anladık ki emanetini sahipsiz bırakmamalıyız. Bize büyük bir hediye vermişti.

İşte bu yüzdendir ki her 10 Kasım sabahı erkenden kalkar, tertemiz giyinir, gözlerini yumduğu Dolmabahçe Sarayı'na gideriz.

Taptığımız ya da putlaştırdığımız için değil! Şükran duyduğumuz için, sevgi ve saygılarımızı sunmak için.

Ve her 10 Kasım sabahı sirenler 9'u 5 geçe çalmaya başladığında, hayatına dair anıları okuduğumda, Onun için çekilmiş belgeselleri izlediğimde ağlarım.

Ama en çok 10 Kasım sabahı, saat 9'u 5 geçe!

Bazen düşünürüm 1938 yılında, ebediyete göçtüğünde dünyada olsaydım bu acıya dayanabilir miydim diye. Cevabını veremeden göğsüm sıkışır, boğazım düğümlenir. Fikrini sevdiğim adamın toprağa gidişini nasıl kabullenebilirdim ki?

Bu sabah da yine aynı hüzün, minnet, üzüntü, saygı ve sevgimizle hazırlanıp çıktık evden. Bu sefer farklı bir şekilde gidecektik bizi bırakıp başka diyarlara gittiği saraya. 1001 metrelik bir bayrak hazırlanmıştı. Yavaş yavaş açıldı, hepimiz bir ucundan tuttuk, Yıldız Yokuşu'ndan Dolmabahçe'ye kadar yürüdük. Ama o acı saatte Akaretler'deydik. Saat 9'u 5 geçti. Sirenler çalmaya başladı. Hayat durdu. Herkes durdu. Ömrünü milletine adamış bir ADAMa 1 dakikalık saygı duruşu neydi ki? Daha fazlasını yapmalıydık.

Dediğim gibi her yıl ağlarım ama bu yıl, emanetine sahip çıkamadık diye içimin içini yediği bu yıl, bambaşka ağladım!

Saygı duruşundan fazlasını yapmak, ülkemize Cumhuriyetimize sahip çıkmaktı ve biz bu aralar fena halde çuvallamıştık.

Hem üzüntüden, hem utançtan ağladım bu yıl. Bayrak taşıyor olmasam bir kaldırıma oturur bağıra bağıra ağlardım.

Ama "dik dur, Atan seni öyle görmesin!" dedim kendi kendime.

Buradayız, gitmiyoruz ve sahip çıkıyoruz!

Bugün senin adını zikretmeye çekinenleri de yazacak tarih ama övgüyle değil utançla!

Huzur içinde uyu.

Özür dilerim.

Seni seviyorum. 

Saygıyla ve minnetle anıyorum.

Işığımızsın. Atamızsın. İzindeyiz!

 

 

 

 

Hazel

 

Neden böyle oluyor?

Kadın hamile.
Bebek erkekmiş.
Aile mutlu, çok mutlu.
Bebek doğdu, pipisini amcalara gösterdi.
Amcalarda bayram sevinci. Dünyanın en gerekli organını gördüler çünkü.
Bebek terledi, çırılçıplak soydular, evde, misafirlikte, mahallede böyle gezdi. Bu hakka sahipti çünkü pipisi vardı.
Bebek biraz büyüdü. Sünnet olacak. Davullar, zurnalar, hediyeler… Çocuk düşündü:
“Sanırım bu çok önemli bir organ..”
Çocuk bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.

Üç beş güzel kız var gittikleri yerde, annesi babası dedi ki:
“Hangisini alayım oğlum sana?”
Çocuk düşündü:
“Sanırım karşı tarafa sormaksızın seçme hakkım var.”
Çocuk bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.

Çocuk acıktı, sofrasını varsa kız kardeşleri ve annesi hazırladı. Yemek bitince topladılar.
Çocuk düşündü:
“Sanırım kızlar/kadınlar bana hizmet etmekle yükümlü.”
Çocuk bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.

Kalabalık bir yemek daveti, herkes masaya sığamayacak. Erkekler ve yaşlılar masaya oturdu. Çocuğu da masaya oturtturdular. Annesi ve varsa ablaları yerde oturuyordu.
Çocuk düşündü:
“Sanırım önemli olan erkeklerin konforu.”
Çocuk bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.
Servis yapılacak, önce erkeklere yemek verildi, erkekler yardım etmedi.
Çocuk düşündü:
“Sanırım öncelikli olan erkeklerin karnının doyması.”
Çocuk bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.

Çocuğun kız arkadaşı oldu.
Bütün sülale duydu. Herkesin ağzı kulaklarında. Densiz bir amca:
“Neler yapacan bahim gızlaraa” dedi.
Çocuğun anne ve babası:
“Oğlumdan iyisini mi bulacak?” dediler.
Çocuk düşündü:
“Sanırım en iyisini hak eden benim ve bu yüzden kızlara rızayla ya da rızasız istediğimi yapabilirim.”
Çocuk bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.

Çocuk büyüdü, arkadaşlarıyla dışarı çıktı, gezdi, eğlendi. Eve geç geldi, paşalar gibi karşılandı. Kız kardeşi eve geç geldiği için azar işitirken, dövülürken.
Genç düşündü:
“Sanırım eve istediğim saatte girip çıkabilirim.”
Genç bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.

Kavga etti, ağzı burnu kan içinde.
Annesi, babası:
“Koçum benim, helal olsun” dedi.
Genç düşündü:
“Sanırım güçlüyüm ve sorunlarımı bu şekilde halledebilirim.”
Genç bunu aklının en karanlık köşesine yazdı.

Genç büyüdü.
Ama bir türlü adam olamadı.

Ve yazdıklarını uygulamaya koyuldu…
Ve son nokta .

(Alıntıdır)

Selam, beni ne kadar tanıyorsun?

“Selam, beni ne kadar tanıyorsun?” diye girdi evin kapısından içeri kadın. Adam şaşkın, görüşmedikleri birkaç günün sonunda, “selam”dan sonra ateşli bir öpücük bekliyordu belli ki.

Kadın hızlı adımlarla salona geçip oturdu, sonra da adam. Soru yinelendi. Sigarasını yaktıktan hemen sonra “Beni ne kadar tanıyorsun?

”Adam “Seni tanıyorum.” demeye çalıştı ama kadının milyonlarca cümleyi –belki geceden beri- içinden geçirdiğini, bu konuyu kafasında yüz kere kapatıp yüz birinci kez açmış olduğunu tahmin edebiliyordu. Ama nereden çıkmıştı bu soru? Tanıyordu işte. Sigarasını içiş şeklinden bile o anki ruh halini analiz edebilirdi kadının. Ya da elinin hareketinden; elini yüzünde gezdiriyorsa kafasına bir şey takılmış ve kendi kendine çözmeye çalışıyor demekti mesela.

Kadın soruyu daha açıklayıcı hale getirdiğini düşünerek “Yani beni diyorum, beni ben yapan şeyler de dahil, içim de dahil ne kadar tanıyorsun beni?” diye tekrar sordu. Adam kendinden oldukça emin, “Seni senden iyi tanıyorum, sevdiklerin, sevmediklerin, ruhundaki gel-gitler, beden dilini tercüme edebilecek kadar iyi tanıyorum.” dedi.

Kadın genelde tanımadığı insanları küçümseyerek konuşurken yaptığı gibi alaycı gülümsedi. “Emin misin?”

Aslında adam bu soruyu önemsemeyebilir, az önce kurduğundan daha süslü ve gerçek cümleler kurabilir, kadının başını döndürebilirdi. Ama bu gülüş, bütün özgüveninin yerine kocaman bir soru işareti bırakmıştı ve O toparlanıp bir cümle kurmayı başaramıyordu. Bildiği her şeyin doğruluğunu ve gerçekliğini sorgulamaya çalışıyordu. Bildiği, tanıdığı ve daha önce kendisine karşı gösterilmemiş bu gülüş, düşünme mekanizmasının dağılmasına sebep olmuştu. Kadın gözlerini adama dikmiş, sadece sigarasından nefes alıyor ve üflüyordu.

Adam kapana sıkışmış hissiyatı içindeydi ve saçma sapan başlayan bu konuşmanın nereye gideceğini merak ediyordu. Bu bakıştan, yenileceğini anlamıştı sanki ama konu neydi Allah aşkına? Toparlanıp “Derdin ne senin?” dedi. Gardımı aldım demeye çalışmıştı kendince. Daha uzun bir cümle de kurabilirdi ama heyecandan, tedirginlikten dili damağı kurumuştu.

Kadın sigarasını söndürüp, son nefesteki dumanı adamın yüzüne üfledi. “Bir derdim yok. Sadece bilmek istedim. Hatta bilmeni istedim. Ben, senin tanıdığın kadın olmayabilirim. Bunu hiç düşündün mü? Kimlik bilgilerimin doğruluğu hikayemin doğruluğuna güvence oluşturur mu? Nasıl bu kadar sorgusuz güvenebiliyorsun?”

Adam bir hamle daha yapmış olmak için “Fakat aynı durum benim için de geçerli. Sen de bana güveniyorsun. Hatta seviyorsun beni, sorgulamadan.” dedi. Ama ardından gelen cümleleri duyduğunda, dememiş olmayı yeğledi.

“Ben sana hiç güvenmedim ve seni sorgulamayacak bir saflıkta sevmedim. Sadece bir insan olarak sevdim. Sana anlattığım gibi bir çocukluk geçirmedim, bildiğin gibi masum bir genç kız da olmadım. Ergenliğimden beri hiç kandırılmadım bile diyebilirim. Çünkü sen de dahil kimseye inanmadım. Ben sadece bilmeni istedim. İnsanlara bu kadar sorgusuz inanmanı, güvenmeni istemedim. Çünkü insan olarak sevdim seni. Herkesi, kendini anlattığı kadar tanıyacağını bilmelisin. Herkesin kendine sakladığı bir yüzü var. Sorun olan bu değil. Mutlu hissetmek için uydurulmuş hikayelere inanma. Kendini olduğun gibi anlatıyorsun diye herkes bunu yapacak sanma. Ben gidiyorum. Yalnız kalmaya ihtiyacım var. Yeni bir hayata ihtiyacım var. Lütfen bu durumu umursama. Sana veda bile etmeyebilirdim. Ama kırılganlıkların azalsın istedim. Bu da ancak sorgulamayı öğrenirsen gerçek olabilir diye düşündüm. Gerçek bir mutluluk yaşamanı dilerim. Benden bir cümle daha bekleme. Seni kandırdığım için üzgünüm ama hayat böyle. Ben de olağana karşı durmadım. Seninle uzun ve güzel zamanlar geçirdik. Hepsi bu. Mutlu olabildiğim süre buydu. Kandırılmayı hak eden biriyle birlikte olmalıyım. Ama öncesinde yalnız kalıp yeni bir hayat tasarlamalıyım. Benden nefret etme hakkına da sahipsin. Hoşça kal.” dedi kadın.

Adam nefes bile almadan dinledi. Kül tablasında unuttuğu sigarasından gelen yanık kokusunu bile duymadı. Binlerce bardak bomboş bir salonda aynı anda yere düşüp kırıldı sanki. Sonra şangırtıları yankılandı, tizleşti ve akıl almaz bir sessizlik. Donakaldı adam. Kadın yerinden kalktı, çantasını alıp kapıyı kapatıp çıktı. Kapının sesiyle kendine geldi adam ama yerinden kalkamadı bile. Koltuğa çivilenmiş gibiydi. Saatlerce de aynı koltukta oturacak, sigara içecekti. Sehpaya uzandığında kadının sigarasının ve çakmağının orada olduğunu gördü. Unutmuş muydu yoksa bilerek mi bırakmıştı bunu hiçbir zaman bilemedi. Önce atmayı düşündü, kalkıp camdan fırlatmayı. Ama bunca zamandır, haftanın yarısında onda kaldığı halde evde tek bir eşyası yoktu kadının. Bir küpesini, tişörtünü bile bırakmamış ve unutmamıştı. Bu yüzden, bu ilişkinin bir hayalden fazlası olduğuna kendini inandırabilmek için, belki aşkla hatırlamak, belki de nefret etmek için atmadı. Ne çakmağı ne de sigarayı.

Sevmediği halde kadının sigarasından bir dal alıp, yine kadının çakmağıyla yaktı. Derin bir nefes çekti, gözlerinden birer damla yaş düştü, dumanı üfledi.

Bitti.

 

 

8/1/2015 – 00:30

Hazel

 

selam

Küçük bir önericik

 

Sevgili Burak Akkul çok şahane bir tweet yazmış 1 Kasım 2014'te. Çok hoşuma gitti.

Burada da yazılı dursun:

"Hayat size yakın süre içinde iyi ve kötü davranabilir.. Ve genelde, üzerine gittiğiniz türde devam etme eğilimindedir.. İyiye coşun!"

Noktasına virgülüne kadar aynen böyle. Çok sevdim! İyiye coşmak lazım hakikaten. Nasıl olur demeyip, yolunu bulup, yapmak lazım. Denemesi bedava…

 

(Burak Akkul'a da buradan sevgilerle efenim smiley)

 

Hazel

6/11/2014

05:36

 

 

good

Barışmayı deneyelim mi?

Yedi düvelle barışık olunmuyor belki. Ama altısıyla, beşiyle? Hadi olmadı üçüyle?

Denemek gerek. Öğrendim. Uyguluyorum.

Zeytin dalı uzanırsa ne âlâ, hemen yakala ve dalı uzatan o eli tut. Her zaman bekleme, arada sen de yap!

Hem o dal uzanmasa, zeytinin adı geçse sadece ya da sıcak bir tebessüm etse, etsen. Uzayda havaifişekler patlamaz belki ama o gün olmasa da bir gün mutlaka iyi bir şeyler olur. Sana, bana, sonra ağaçlara, kuşlara… 

Masaldaki güzel dünya çok uzak olabilir. Yapabildiğimiz kadarını yapsak.Yani diyorum ki yapalım. Masalın da hayalini kurarız. Kime ne?

Evet, evet… Tebessüm edelim, ardından kahkaha gelsin. Elele tutuşalım, ardından sarılmak gelsin. Bir selam verelim, ardından uzun uzun sohbetler gelsin.

İyilik gelsin, hoş gelsin…

 

Hazel

26/11/2014 – İstanbul

 

 

barış

Sadece istedim öyle…

 

Çok zaman sonra bir gün, camın önünde ya da verandada koltuğumda otururken, belki de sallanan sandalyemde, geçmişi düşünüp, hayatımı film şeridi gibi gözümün önünden geçirip tebessüm etmek istiyorum. Hepsi bu…

 

Hazel

26/11/2014 – İstanbul

04:06

 

(Not: Yazıyı yazan kız 28 yaşında ve her şeyin çok başında olduğunu biliyor. Hayata İstanbul'dan katılan bu kız sadece mutlu. Geriye yaşanacak ne kadar yıl kaldıysa yine ve sadece mutlu olmak istiyor.)

 

sandalyem

 

 

Geç!miş!

 

 

Geçmiş!!! Ne tuhaf kelime değil mi?

Geçsin istemiş gibi, geçtiğine üzülmüş gibi.

Hem kötü hem iyi gelmiş gibi. 

İlaç olsun diye zamana yalvarırken, şimdi "geçmiş"in katili zamanmış gibi.

Söylemesi "gelecek"ten daha ağır, sunturlu gibi.

Gözlerini kapat! gibi.

Sus! gibi…

 

Hazel

10/9/2014  – İstanbul

05:50

 

past

Korkmadan Yaşa…

 

Bazen ısrarla da olsa, istemeyerek de olsa, koşa koşa dört nala da olsa değelim birbirmizin hayatlarına.

Korkmadan!

İyi ya da kötü izler bırakalım birbirimize, bizi büyütsün diye, güçlendirsin diye, küçültsün, zavallılaştırsın diye.

Her duyguya ihtiyacımız var.

Çekinmeden ateşlere de atalım kendimizi, çivi gibi sulara da. İşte o zaman yanmak da bizim donmak da. Uzaktan olmaz.

Yıllar sonra birini hatırlayınca kaşlarını çatabilir ya da gülümseyebilirsin. İkisi de sana ait, korkma.

Ve lütfen korkmadan yaşa…

 

 

Hazel 

6/9/2014 – İstanbul

00:45

 

 

korkmadanyasa

Dialog…

Adam kadına cesaretle uzun uzun baktı, kadının kokusunu içine çekerken dedi ki: Tenin sonsuzluk gibi, dokunduğumda kendimi kaybediyorum.
Kadın biraz çekingen, gözlerini de kaçırarak: Senin gözlerin sonsuzluk asıl. İçinde bambaşka yerler var, diyebildi.
Adam "Gittin mi o yerlere, gördün mü?" diye sordu. Haklı ve meraklıydı.
Kadın: Çocukken öğretildi ya işte, bilmediğin yerlere gitme diye hepimize, bu yüzden uzun uzun bakıp gidemiyorum o yerlere. Gidersem dönmeyeceğimi biliyorum, dedi.

Sustular…

Belki dersin

Bazen bir “belki” dersin, kurtarılmak istenen, aslında istenmekten ziyade öyle olması gerektiğine inanılan, inandırıldığınız durumlarda…
Bazen bir “belki” dersin, içinde en ufak bir umut zerreciği taşımayan. O bunu bilir mi bilinmez. Sen iliklerine kadar hissedersin. Bir nev’i yalan bu

image

senin için ama o gerçeği bilmeyi haketti mi sorusu gelir ve gitmez, cevabı bilinmez, bilmezden gelirsin işte. Kızaran yanaklarını saklayıp, onun gözlerine bakmayıp sadece kaçmak gelir içinden.
Doğruyu bilmek doğal bir hak olmamalı, hakedilmeli diye fısıldarsın odadan çıkarken. O sorgulayan gözleriyle bakarken ardından, aynı sorgulayan ses tonuyla bağırır (senin sesine yakışmayan o cazgır tonla) ne saklıyorsun benden allahın cezası?!

Gülersin…

Kapıyı çeker gidersin…

hzl’13

Zamanla Değişmek – 5 Aralık 2011

 

5 Aralık 2011 Pazartesi

 Şimdi oturmuş tek başıma, öyle bakınırken niye hüzünlendim bilmiyorum. Dünden kalma bir hüzün sanırım. Yani geçmişten. Artık böyle bakıyorum olaylara. Yapılan eylemin sonuna -di, -dı, -du, -dü geliyorsa, artık geçmiştir ve insan artık düşünmemeli, üzülmemelidir.

 

 Ben bunları söylerken çok kolay ama uygulamaya gelince sıkıntı çekiyorum. Kesin ve net konuşuyorum kendimle, kendime emrediyorum fakat hala zorlanıyorum. İsyanları oynuyorum, üzülüyorum, hırpalıyorum kendimi vs. vs. Kimin umurunda yahu?

 

(Fonda "disturbia" çalıyor. Ne anlatıyor ki bu şarkı şimdi, deliriyorum o da biliyor, söylüyor…)

 

 Arkadaşlık da dostluk da bir yere kadar, bunu bilen bir beynim var. Önüme kendilerini engel diye koyarlarken nasıl onlar için daha fazlasını yapmak isteyebilirim ki? Nasıl daha fazla yanlarında olmak isteyebilirim ki? İsteyemem !

 

 Zaman değişir, zamanla dünya değişir, insanlar değişir, kabul. Fakat düşüncesizliğin sebebi, hoşgörüyü kaybetmenin sebebi bu değişim asla olamaz.

 

 Çok parça parça görünen, benim için çok şey anlatan, okuyanlar için hiç bir şey anlatmayan yazım böylelikle sona erdi. Bir iç dökmeydi, bir rahatlamaydı ya da adı her neyse.

 

 P.S: Ben de zamanla birlikte değişiyorum, karşı gelmiyorum ruhuma bedenime gelen bu değişime. Sadece yönünü iyiliğe çevirmekle meşgulüm. Yapamayan derdine yansın, söylenecek söz yok.

*hazel*

 

 

 

kar bana dedi ki…

 

15 Ocak 2012 Pazar


 Bugün pamuk gibi yağan kar tanelerinin arasından yürüdüm, otobüse bindim. Malum trafik de çokça idi. Ben de müzik eşliğinde pamuk tanelerini seyre daldım. İşte o an fark ettim ki, kimimizin sevdiği kimimizin nefret ettiği kar, o pamuk taneleri, toplanmışlar bize hayat dersi vermek istercesine kendilerini bulutlardan aşağı bırakıyorlar.

 

 Kim bilir belki de kara fazla anlam yüklüyor, omuzlarına fazla yük bindiriyordum karın. Ama çocukları hatta çocukken de bizi çığlık çığlığa sevindiren kar, hatta çoğumuzu hala sevince boğan kar, çocukluğumuzda bizimle oynamış şimdi de bize bir şeyler anlatmak istiyor olamaz mıydı? Bizimle büyüdüğünü ima eder gibi koca koca yağmadı mı bugün? Aklımız başımızda mı diye bakmaya gelmiş olamaz mı? Olabilirdi, evet, olabilir, bence…

 

 Bugün pamuk tanelerinin hareketleriyle bana anlattıklarını ben de yazarak anlatayım size: Gökten hem büyük hem de küçük kar taneleri halinde indiler, kimi birinin şapkasına kondu, erimesi zaman aldı; kimi çimenlere bıraktıkendini, kendinden bir sürü de orada buldu, çoğaldı güçlendi, kimi de gitti kendini ıslak asfalta attı ve atmasıyla erimesi bir oldu.

 Hiç konuşmadılar benimle ama ben anladım ki, insan nerede duracağını iyi bilmeli. Kendini birinin başına taç mı etmelisin, dostlarınla çoğalıp güçlenmeli sevgiden kendine kalkan mı yapmalısın yoksa kendini olur olmadık insanlara adayıp, olmayacak şeylerle üzerek kendini ateşlere mi atmalısın? İşte bunların cevabını iyi bilmelisin.

*hzl*

15 Ocak 2012 Pazar

 

 

GAM KENARI – ZEKİ KAYAHAN COŞKUN

 

Acının dağlandığı anlar vardır…

Aramaya gerek yok, o gelir bulur…

Beraber gidilen bir lokantanın kapanması bile üzüntüdür…

Veyahut lokantanın yerine dükkânı çiçekçinin tutması…

Gözyaşından çorba olmaz ama…

Dilin, damağın yanar tuzdan… Soğutamazsın…

Zamansız, kırmızı bir toka çıkar nereye saklanmışsa…

Saçı toplasın diyedir küçük canavarın dişleri… Continue reading

ARKADAŞLIK MANİFESTOSU

 

Tanımlarını yapma gereği duymuyorum arkadaşlık ve dost kavramlarının. Bilmiyorsanız okumaya devam etmeye de gerek yok demektir.

Öncelikle şunu söylemeliyim ki ben arkadaşlarıma ve dostlarıma kırılmam, söylediklerinden alınmam. Bu kavramların doğasına ters diye düşünürüm. Fakat ben kırılmıyorum diye de sürekli yumuşak karnımdan vurulacak halim yok değil mi? Bu yüzden söylerim. Sen bunu böyle söylemezsen daha mutlu olurum, bana şöyle davranmazsan daha iyi olur. Ne zaman söylerim bunları? Karşımdaki anlıyorsa söylerim. Bir denedim, iki denedim baktım olmuyor işte o zaman biriktiririm. Hafızamda yer çoook. Toplarım ne yapıyorsa, sonra terazinin kefelerine koyarım yaptıklarını yapmadıklarını, olanları olmayanları. Gerisi benim kararım. En başta bana ne kadar saygı duyuyor diye bakarım. Bana 1 gram bilgi kattı mı diye bakarım mesela. Biz sadece eğlenmeye mi gidiyoruz, ben kötü gününde yanındayım, o da benim yanımda mı diye de bakarım. Hepsinin cevabı olumsuz mu oldu, işte o zaman karşımdakine söz hakkı tanımam. Hayatımı işgal etmek gibi bir hakkı yok hiçbir canlının veya cansızın. İşte kapı işte sapı derim üzülsem de.

Her zaman yapabilir miyim bunu? Tabi ki hayır. Göz yumduklarım da oluyor elbet, onlar da birikiyor sonra patlıyor. Sonucu hiçbir şey değiştiremiyor. Hayatımdaki kararlar bana ait. Eğrisi doğrusuyla bana!

Bir de maddelerle bakalım;

1)      Arkadaşlık ve dostluk denilen şeye fazlasıyla önem veririm, onların iyilikleri için elimden geleni yaparım.

2)      Saygıda kusur etmem. Hayatına, çevresine, ailesine ve evine gereken saygıyı gösteririm.

3)      Saygısızlığa asla gelemem!

4)      Aptal insanla arkadaş bile olamam. Aptal olmayıp beynini kullanmayanlar da buna dahil.

5)      Nasihatten sıkılmam ama kendi yoluna bakmadan bana yol göstermeye çalışanlara tahammül dahi edemem.

6)      Bencil insanlar uzağımda dursun isterim. Bencillik intihardır ve ben onlarla ölmek istemem.

7)      Hastalık benim için türü ne olursa olsun önemlidir. Hastaysa ilgiye boğarım ama karşılığında aynı ilgiyi beklerim. ( Hastayken nazlıyım, bu madde biraz cıvık oldu bu sebepten. Neyse… )

8)      Bazı durumlarda bitaraf olmayan bertaraf olur sözünün cuk! oturduğunu düşünürüm. Çevir kazı yanmasın tiplemelerden hiç hazzetmem. Bana ayrı ona buna ayrı oynayan, “ayy iyi ki görüşmüyorum” deyip iki güne kalmadan can ciğer kuzu sarması fotoğraf yayınlayanları bertaraf ederim ruhları duymaz.

9)      Bir şeyin sadece bana yapılması önemli değil, tanıdık tanımadık birine yapılmış bir ayıbın yarın öbür gün bana da yapılacağını düşünür, önlemimi alırım, görüşmem!

10)   Ben birkaç gün aramadım diye aramalarımı sayıp, abaküs seviyesinde matematikle bana sayı hesabı yapanla düşe kalka yürür, sonra aniden durur onu düşürürüm. Canım acımaz.

11)   Arkadaşlık ve dostluk için değil, mekan için yapılan buluşmalara dahil olmam. Bu buluşmayı yapanları esefle kınarım, ama birikince söylerim, öyle hemen değil.

12)   Sevgili bulunca bana ayıracağı vakti yarıya düşürmek yerine sıfıra indirebilen, beni satabilen vicdan sahiplerine ben de kalbimin yerinde odun parçası varmış gibi davranırım. Eşit oluruz.

13)   Bunu okuyup şurasını bana mı yazdın diye soran biri olursa, ona küfür kombosu yaparım, sonra gider kasaptan kuzu beyni alır, kullanması dileklerimle hediye eder, ufak ufak uzarım durmam.

 

Velhasıl-ı kelam benim diyeceklerim budur. Ben hep derim de bunları, bir de yazılı çizili dursun istedim bir köşede. Okuyan gözlerinize sağlıklar dilerim.

 

Hazel MASUR

ters yön

Ayrıldık diye üzülmüyorum. Bak gördün mü? Yine yanlış anladın beni.

Ayrılık doğal, olası, katlanılası birçok acı gibi.

Ama giderken alelacele, özensizce sıraladığın sözler, doğal görünmek adına hani.

Sonra "ters yöne gidiyorişte bizim hayatlarımız" der gibi yanımdan geçip gidişin.

Tamam git, dedim ya doğal, olası, katlanılası birçok acı gibi.

Ama giderken o özensizce alelacele bakışın darbe gibi, devrim gibi.

Sen daha on adım uzaklaşmamışken, daha yalnız kaldığımı anlayamamış belki yavaş yavaş sindirecekken, darbe yapışın, içime yalnızlığın tanklarını, askerlerini salışın! Sence de biraz ağır olmadı mı?

 

22 Mayıs 2012